EKONOMİK GÜCÜN GÖLGESİNDE MEDYA KANALIYLA BİLGİ EDİNME VE GÜNDEM OLUŞTURMA
EKONOMİK GÜCÜN GÖLGESİNDE MEDYA KANALIYLA BİLGİ EDİNME VE GÜNDEM OLUŞTURMA
Prof. Dr. Yusuf Ziya İRBEÇ
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 19. maddesi, düşünce ve ifade özgürlüğünün korunması hakkının altını çizmiş ve bu hakkın sınırlarötesi alanda da basın ve diğer iletişim araçları vasıtasıyla kullanabileceği konusuna vurgu yapmıştır. Günümüzde, bilgi ve düşüncelerin geniş kitlelere ulaştırılması yönünde yapılan düzenlemeler ve sağlanan altyapı imkanlarına, iyi işleyen demokratik rejimlerde daha fazla önem verilmektedir. Buna karşılık, demokratik uygulamaların kısıtlı olduğu gelişmekte olan ülkeler ya da az gelişmiş bölgelerde medya sektörü daha güç şartlarda gelişmesine devam edebilmektedir.
Gelişmiş ülkelerde bilgi dağıtım kanalları oldukça fazla olmasına rağmen, buralarda da doğru bilgi edinmek isteyen kitleler başka bir problemle karşılaşmaktadırlar. Medyanın veya sunulan bilgilerin yönlendirilerek insanlara ulaştırılması olgusuna çok sık bir şekilde rastlanmaktadır. Aynı durum, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler için de geçerli olmaktadır.
Medya kanalıyla sağlanan bilgi akışında, halkla ilişkiler firmalarının çalışmaları da kullanılarak her türlü yol denenmekte ve haberlerin yönlendirilmesi (manipulasyonu) yapılabilmektedır. Hükümetler veya siyasi iktidarlar da, bu gelişmeleri kendi lehlerine kullanma eğilimine çok sık olarak destek verebilmektedirler. Örnek olarak, 1991 Körfez Savaşı sırasında birçok halkla ilişkiler firması bu yönde çalışmalar yapmıştır. Washington PR (Halkla İlişkiler) Firması “The Rendon Group”’un kurucusu John Rendon, 1996 yılında ABD Hava Kuvvetleri Akademisinde yaptığı bir konuşmada:
“ Ben ulusal güvenlik stratejisti veya askeri taktik uzmanı değilim. Ben haberleşmeyi kamu politikası veya şirketler politikası amaçlarına uygun olarak kullanan bir politikacı ve bir insanım. Gerçekte ben, bir bilgi savaşçısı ve algılama yöneticisiyim”
diyerek dinleyicilere; Birinci Körfez Savaşı sonunda Kuveyt Şehrine giren Amerikan askerlerinin yüzlerce Kuveytli tarafından küçük Amerikan bayrakları sallayarak selamlandığını söylemiş ve bunun Amerikan kuvvetlerinin burada memnuniyetle karşılandığının dünya medyasına aktarılması için ne kadar önemli bir ayrıntı olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
Medya sektörünün küresel ölçekte ticarileşmesi, son 25-30 yıllık dönem içinde olmuştur. 1980’li yıllardan önce, medya sistemleri daha ziyade milli sınırlar içinde kalmıştır. Kitap, film, müzik ve televizyon programları ithalatı gibi alanlarda, ülkeler uzun zamandan beri çeşitli düzenlemeler yapmasına rağmen, 1980’li yılların başından itibaren Dünya Bankası, IMF ve Amerikan hükümeti gibi dünya ekonomisinde yönlendirici etkiye sahip ekonomik kuruluşlar veya ülkeler, medyanın özelleştirilmesi, haberleşme sistemleri, yeni uzay teknolojileri ya da uyduların kullanımı gibi konularda uluslararası düzenlemelerin yapılmasına yönelik girişimlerini hızlandırmışlardır.
Dünya medya sektöründe uluslararası pazarlara açılma bakımından en büyük paya sahip şirketlere; Amerika Birleşik Devletleri gibi dünya ekonomisinde daha fazla ağırlığı bulunan ülkelerin sahip olduğu rahatlıkla görülebilmektedir. Örnek olarak: Bu şirketlerin en büyüklerinden ilk ikisi olan Time Warner ve Disney, 1990 yılında elde ettiği gelirlerin %13’lük bir bölümünü ülke dışındaki faaliyetlerden sağlarken, bu oran 1997 yılında %30-%35 aralığına yükselmiştir. Bu şirketlerden her birinin yıllık satışlarının 25 milyar doları geçtiğini düşünürsek, uluslararası etkinliği daha da açık bir şekilde görülebilir. 1996 yılından bu yana ABD’nde 6 büyük şirket; AOL Time Warner, Viacom, News Corporation, General Electric, Vendi Universal ve ATT Comcast radyo ve televizyon yayınlarındaki toplam paylarını %90’a çıkarmayı başarmışlardır.
Görsel veya yazılı basının ülkelerin politik kararlarına destek sağlayabildikleri ya da bunları kolaylaştırıcı rol oynadıkları bilinen başka bir gerçektir. 1945-2009 yılları arasında medya kuruluşlarının etkin desteği ile 50’nin üzerinde hükümetin devrilmesine öncülük edildiği ve yine bu sayılara yakın halk hareketinin etkisiz hale getirdiğini düşünmemiz, medyanın etki gücünün ve ekonomik boyutunun anlamını kavramamızı daha da kolaylaştırmaktadır.
Financial Times Special Report FT Global 500’de 27 Mayıs 2004 tarihinde yayınlanan verilere göre, en büyük 500 çokuluslu şirketin
En büyük 10 Çokuluslu şirketin dağılımında ise, ABD %80 paya sahip iken, Avrupa’nın payı %20’dir. İlk %20’lik dilime baktığıız zaman, burada %75 ABD, %20 Avrupa ve %5 Japonya olarak sıralanmaktadır. En büyük 50 çokuluslu şirket arasında ise, ABD’nin payı %60 olurken, Avrupa’nın payı %32 ve Japonya’nın payı %6’dır. Bilgi teknolojilerinde faaliyet gösteren şirketlerin incelenmesi durumu ise, ABD’nin ilk 10 çokuluslu şirketin %80’ine sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
Günümüzde, Amerika Birleşik Devletleri medya ve eğlence sektöründe faaliyet gösteren çokuluslu şirketlerde %80’ler seviyesinde sermaye kontrolünü elinde bulundurmaktadır. Amerikan şirketleri, dünyanın çeşitli yerlerindeki gücünü yeni satın alımlarla arttırmaya çalışmaktadır.
Böylece, ticari medya kuruluşları küresel ekonomik sistem içinde güçlü oyuncular olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlar, medya sektörü dışında faaliyet gösteren firmaların faaliyetlerine destek olmanın yanında, reklam ve pazarlama alanlarında da faaliyetlerini arttırarak diğer firmalar açısından tamamlayıcı konumuna gelmektedirler.
Şirketlerin etki alanları açısından değerlendirilmesi, 500 Çokuluslu Şirketin (Multinational Corporations-MNCs), dünya ticaretinin %80’ini ve küresel yatırımın %75’ini kontrol edebildiğini göstermektedir. Sayısı 500’den daha az olan dolar milyarderleri, dünyanın yarısının servetinden daha fazla kaynağa hükmedebilirken, bu gücün ekonomik ve teknolojik vasıtaları kullanılarak dünya kamuoyu yönlendirilebilmektedir. Bu dönemde Medya’da “dengesiz gelir dağılımı” veya “haksızlık” gibi kavramlar yerine “serbest ticaret”, “yardım”, “gelişmede süreklilik” gibi tanımlamalar daha fazla kullanılmaktadır.
Küreselleşmenin hızlanmasıyla birlikte, 1950’li yıllardan bu yana dünyadaki doğrudan yabancı yatırımların değeri 8 trilyon dolara yaklaşmıştır. Geçtiğimiz son 20 yıl içinde, gelir dağılımını gözle görülür bir şekilde etkileyen doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını en fazla çeken bölgelerin başında Avrupa (%38-%42), Kuzey Amerika (%22-%24) ve Güney ve Doğu Asya (%20-%22) gelmektedir.
Küreselleşmenin hız kazandığı böyle bir gelişme karşısında, medya sektöründeki düzenlemelere ilişkin tartışmalar giderek hız kazanmaktadır. Uluslararası etkinliğe sahip büyük medya kuruluşları, medya sahipliği konusundaki düzenlemelerin “serbest konuşma” hürriyetini kısıtladığını savunurken, karşı görüşte olanlar ise, birkaç medya kuruluşunun bütün sektörü kontrol ettiğini öne sürerek tüketicilerin tercihleri ve politik tartışmalar gibi hassas konuları istedikleri gibi yönlendirebildikleri yönündaki görüşlere ağırlık vermektedirler. Amerika Birleşik Devletleri gibi bir ülkede 300 civarında gazete sahibi bulunmasına rağmen, dağıtımın %75’inin büyük zincirler tarafından kontrol edilmesi, ikinci grubun tezlerine destek sağlamaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde 5 büyük konsorsiyum’un hemen hemen bütün TV ve Radyo ağlarını kontrol etmesi de buna örnek gösterilebilmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri’nde medya söktöründeki düzenlemeleri yapan “Federal Communications Commission” (Federal Haberleşme Komisyonu), tekellleşmeye önlem olarak kablolu ve normal televizyon yayıncılığında hane halkına ulaşımda belirli sınırlamalar getirebilmektedir.
İngiltere medya alanındaki düzenlemeleri, Haberleşme Ofisi (Office of Communications-OFCOM) kanalıyla yapma eğilimi göstermektedir. Hedef olarak medya sahipliğinin daha da liberalleştirilmesi yanında, Avrupa Birliği ülkeleri gibi ABD ve Kanada vatandaşlarının da bu alanda yatırım yapmalarının teşvik edilmesi öngörülmektedir.
Kanada’da televizyon ve radyo yayıncılığının politikası, “The Department of Canadian Heritage” tarafından belirlenmektedir. Sektörde düzenleyici konumunda ise, “Kanada Radyo-Televizyon ve Telekomünikasyon Komisyonu” (The Canadian Radio-Television and Telecommunications Commission) bulunmaktadır. Bu ülkede, yabancılara medya sahipliği konusunda verilecek hakların genişletilmesi fazla ilgi görmemektedir.
Avustralya’da medya sahipliği ile ilgili kanunlarda 1990’lı yıllardan beri herhangi bir değişiklik olmamıştır. Fakat,yeni teknolojilerin medya sektörüne girmesiyle birlikte, burada da konu ile ilgili tartışmalar hızlanmış ve yabancıların medya sektöründe edinebileceği mülkiyet hakları konusunda daha liberal bir yapının oluşturulması ilke olarak destek görmektedir. Aynı bölgede faaliyet gösteren televizyon ve radyo yayıncılığı ile gazete sahipliğinin aynı elde toplanmasına karşı kısıtlamalara gidilmesi yönündeki teklifler daha fazla rağbet görmektedir. Gerekçe olarak da, kamuoyunu etkileyen yayınların bir elde toplanmasının engellenmesi ile, demokrasilerdeki açıklık ilkesinin daha rahat sağlanabileceği tezi ileri sürülmektedir.
Avrupa Birliği ülkelerinde de medya sahipliği konusunda tartışmalar, fikirlerin kitlelere ulaştırılmasında çoğulculuk ilkesinin korunmasına yönelik tedbirlerin alınması gerekliliği vurgulanarak yapılmaktadır. Bütün toplum kesimlerine hitap edecek yayınların yapılmasında, kamu televizyon ve radyo yayıncılığının da önemli bir yere sahip olduğu tespitleri yapılmaktadır.
Sonuç olarak, küreselleşmenin giderek hızlandığı günümüz dünyasında, medya sahipliğine yönelik düzenlemeler ve bu yönde yapılan tartışmaların önümüzdeki dönemlerde de hızlanarak devam edeceği açıktır. Burada önemli olan, demokrasilerdeki açıklık ilkesini de destekleyerek yönlendirmeci medya anlayışına karşı gerekli tedbirleri zamanında alabilmek, yanlış ve kirli bilgi bombardımanı yoluyla oluşabilecek tehlikelerden ülkenin ve milletin uzak tutulabilmesidir.