27.02.2013 TBMM Genel Kurulu Konuşması
Sayın Başkan,
Değerli Milletvekilleri,
Dünya’da ve enerji kaynakları açısından özel bir konuma sahip olan bölgemizde her yüzyılda haritalar yeniden şekillenmektedir. Avrupa’da 1815 Viyana Kongresi ile başlayan süreç, 1914 Birinci Dünya Savaşı ile yeni bir boyuta taşınmıştır. 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayan Arap Baharı da yine bir asır sonra enerji kaynaklarına yakın bölgelerde yeni bir dönemin habercisi gibi algılanmaktadır.
Suriye, güney enerjisinin Türkiye üzerinden Avrupa'ya ulaştırılmasında önemli bir geçiş noktası üzerinde bulunmaktadır. Rusya, hem Akdeniz’e açılan bir kapıyı kaybetmemek, hem de kendisine rakip olabilecek doğalgaz ve petrol boru hatlarını kontrol etmek istediği için, Suriye krizine doğrudan müdahil olmuştur.
Suriye’deki değişim, Ortadoğu’daki diğer değişimlerden çok daha farklıdır ve bölge barışını tehdit edebilecek özelliklere sahiptir. Mısır ve Tunus’taki devrim süreçlerinde ordu yönetime destek vermediği için değişimler fazla sancılı olmadı. Libya’da ise; Çin ve Rusya’nın müdahaleden uzak durduğu ve kitle imha silahlarının olmadığı bir ortamda, BM kararları ile de desteklenen NATO müdahalesi geçişi hızlandırdı. Buna rağmen Libya’da iç çekişmeler sonlandırılabilmiş değildir.
Suriye’deki durum ise, bu ülkelerden çok farklı ve bölge barışı açısından tehlikeli boyutlardadır. Suriye askeri ve istihbaratı krize doğrudan müdahil olduğu gibi, rejimin elinde kitle imha silahları da bulunmaktadır. İran, Rusya ve Çin’in rejimin kalması ya da mevcut yapıyı tehdit etmeyecek çözüm yönünde açık destekleri karşısında, ABD, İngiltere, Fransa ve İsrail’in doğrudan müdahale eğilimi yoktur.
Esas mesele, Suriye’de Esad’ın devrilmesinden ziyade, güç dengelerinin dikkate alındığı bir çözümün bulunmasıdır.
Böyle bir ortamda, krizin asıl kurbanı Suriye halkı olmaktadır. Sayın Başbakan Erdoğan ise; dünyadaki tek güç dengesi kendisi imiş gibi garip bir dış politika anlayışı ile olaya doğrudan müdahil görünme yolunu seçmiş, uluslararası ilişkilerde çözüm süreci için hiç uygun olmayan “defol git, devlet terörü” gibi yaklaşımlarla Türkiye’nin bölgedeki ağırlığını azaltmıştır.
Başbakan, dostluk ve ticareti geliştirmek ve korumak yerine sınır dışına demokrasi ihraç etmeye kalkınca, Suriye konusu farklı bir boyuta taşınmıştır.
İran’ın bölgede rejim ihracına karşı çıkan Başbakan, kendisi de aynı yönde tavır sergileyince, iki ülke arasındaki ilişkiler daha da gerilmiş ve Suriye’de hesaplaşma noktasına kadar vardırılmıştır. Bu gidişat, Türk dış politikasındaki diplomatik hamleleri zorlaştırmaktadır.
Türk dış politikasında sıfır sorun, harfler aynı kalmış fakat sırf soruna dönüşmüştür.
Biz hep şunun altını çizdik: Bölgede gruplara verilecek hürriyetler yerine ferdi hürriyetlerin genişletilmesi daha anlamlıdır ve birlik ve bütünlüğün sağlamlaştırılmasına hizmet edebilecektir.
Başbakan ve AKP anlayışı tıpkı ülkemizde olduğu gibi, ferdi özgürlüklerin genişletilmesini bir tarafa bırakıp, insanları ayrıştıran grup hakları konusunda ısrarını sürdürmektedir.
Suriye’de durum daha da karışıktır. 22 Milyon nüfusun %45’i azınlıklardan oluşmaktadır. Burada grupların ön planda tutulması, 10 milyona yakın bir nüfusun birlikte tek bir hedefe kilitlenmesini imkânsız hale getirecek ve kargaşayı arttıracaktır.
Başbakan Erdoğan, bölgesel gelişmelerle ilgili kırmızıçizgiler ilan edip, “seyirci kalamayız” şeklinde açıklamalar yapmayı çok sevmektedir. Buna karşılık, komşularımızla ilişkilerde tutarlılık görülememektedir. İki sene önce, sarmaş dolaş bir diplomatik ilişkiye gireceksiniz. Şimdi de defol diyeceksiniz. Böyle bir öngörü ile hareket eden Başbakan, Türkiye ve bölge için hassas dengelerin konuşulacağı müzakere masalarında da etkili olma şansını kaybetmiştir.
Bu bağlamda, Suriye politikası komplekse kapılmadan tekrar gözden geçirilmelidir. Dış politikada bencillik olmaz. Ortak hareket şarttır.
Esad muhaliflerinin de görüşme eğiliminde bulundukları bir yerde bizim uzak durmamız, bölgede Türkiye algılamasını olumsuz etkilemektedir. Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu, bir süre önce Esad yanlıları ile görüşme konusunda gazetecilere kızgınlıkla şöyle cevap vermişti:
“Allah göstermesin, ölürüm de yapmam”
“Ben bu ülkede Kürt kardeşlerimle et ile tırnak gibiyim, şu halk bu halk diye bir ayrım yok” diyen bir Başbakan, Suriye politikasında olduğu gibi Türkiye’yi bataklığa çekmekten vazgeçmeli, bu ülkede kendisine Başbakanlık yetkisi vermiş “Türk Milleti” kavramını örselememenin gereğini artık anlamalıdır.
Terör sadece iç politikada bir olgu olarak görülmemeli ve dış politika ayağı da bir o kadar dikkate alınmalıdır.
Milletten yetki almamış ve binlerce şehidimizin katili olan terörist başı ile görüşerek anayasa yapma sürecini kolaylaştıracağını uman bir Başbakan, artık gerçeklerle yüzleşme noktasına gelmelidir.
Suriye’ye tek başına başarısız bir şekilde demokrasi ihraç etmeye yönelen AKP yönetim anlayışı, Türk Milletinin birlik ve kardeşliğini zedeleyecek anayasa ithal etme eğiliminden de vazgeçmelidir.
Bu ülkede milletten yetki almayanların anayasa yapmaları ve millet adına barış ortamı hazırlama sürecine dahil edilmeleri engellenmelidir.
26 Şubat 2013 tarihinde, yani dün gazetelere yansıdı. Bakın, Kandil’den açıklama yapan Duran KALKAN Başbakanın terörist başı ile birlikte bize dayatmaya çalıştığı çözüm süreci için neler söylüyor:
Acaba bu Türk ordusu Kürdistan’daki gücünün yüzde doksanını geri çekecek mi? Türk devlet polisi Kürdistan’dan gidecek mi? AKP Kürdistan’daki yönetimi Kürtlere bırakacak mı? Kürtler kendi seçimlerini yapacak hala gelecek mi? Eğer sorun çözülecekse böyle olacak.
Bu gidişatı bile, aklıselimle kavrayacak bir Başbakan yoktur ülkede. Müzakere partneri olarak Sayın Başbakan Öcalan’ı seçti. Millet seçmedi. BDP ne yapıyor. Millet değil Öcalan diyor.
Vatanseverlik, şeref, namus gibi kavramlar son yıllarda çok örselendi.
Hem dış politikada, hem içerde artık bu gelişmelerin farkında olma zamanı gelmiştir diyor, saygılar sunuyorum.